Hermann Hesse – Demian & İki Dünya
İki dünya arasında yaşıyoruz.
İki dünya arasında, kendimize bize benzeyen bir alan açmaya çalışıyoruz.
İkisinin arasında sıkıştığımızda ya da seçim yapmaya çalıştığımızda dünyalar savaşı yaşıyoruz.
Hermann Hesse “Demian” adlı romanını iki dünya üzerine kurmuş.
İyi, ahlaklı, aydınlık, düzenli, sıcak, içinde meleklerin gezindiği bir cennet…
Kötü, suça yatkın, karanlık, kaotik, düzensiz ve içinde şeytanların gezindiği bir cehennem…
Bu ikilik içerisinde yolculuk eden Sinclair, tüm merkezleri tanımsız bir reflektör olarak bu iki dünya tarafından koşullanıyor.
Şimdi bu cümleyi deşifre edelim. Anlaşıldığı üzere Sinclair ve Damien karakterlerinin kurgusal insan tasarımlarını inceleyeceğiz. Peki kimdir reflektör ve nedir manası?
Reflektör, Human Design sistemine göre; tüm merkezleri tanımsız olan, yalnızca tanımlı kapılara sahip olan, dolayısıyla her gün başka biri olma potansiyeli taşıyan bir tiptir. Bir stratejisi yoktur çünkü sahip olduğu tip, insanlardan ve dünyadan aldığı koşullanma ile değişebilir. Bir reflektör bir gün enerjik bir jeneratör gibi yaşarken, bir diğer gün bir manifestör gibi eyleme geçme arzusu duyabilir. Hatta bu değişiklikler gün içerisinde bile yaşanabilir. Dolayısıyla reflektör çevre otoritelidir. Ne yapması gerektiğini, nasıl karar alması gerektiğini çevresi ile kurduğu iletişim aracılığıyla bilir. Bu çevreye mahkûm olmak olarak algılanabilir. Ama konuya yeni bir pencere açıldığında gerçek şudur: Reflektör doğuştan iki dünyalıdır. Dünyaların ilki, yalnız kaldığı anlarda deneyimlediği kendi kendineliktir. Böyle anlarda reflektör bembeyaz bir sayfa gibidir; yaşadığı şeyleri, temas ettiği kişileri, sistemine dahil olan tüm duygu, düşünce, sezgi ve baskıları kendinden sıyırır. Bir filtre gibi tertemiz ve aydınlık kalır. Reflektör ikinci dünyaya adım attığında insan içine karışır ve konuşmasa dahi etrafında kim varsa onlar tarafından tanımlanır. Artık başka biridir. Kim olduğunu bilemez. Kaynağını bildiği ya da bilmediği, düşünceler, sezgiler, duygular, güdüler, ilhamlar, şüpheler, enerjiler iradeler, kaynaklar içine akar. Burası kimlik bilgisi sürekli değiştiği için karanlıktır.
Hesse, Sinclair’ı ustalıkla bu karanlığın içinde bırakıyor. Henüz kendine ait bir alanı yokken ailesi onun için aydınlık dünyayı temsil ediyor. Fakat evden çıktığı an ikinci dünyaya adım atıyor ve kendisinde yepyeni merkezlerin gücüyle karşılaşıyor. Bembeyaz merkezler renk kazanıp tanımlanınca, yeni kanallar da tanımlanmış oluyor. Fakat bir çocuk olarak bu değişimi algılayamayan ve regüle edemeyen Sinclair, iki dünya arasında sıkışmaya başlıyor. Okul için evden ayrıldığında birinci dünya tüm gerçekliğiyle yeniden kuruluyor. İşte o zaman o bembeyaz filtrede bugüne kadar kimlerin iz bıraktığını fark ediyor. İşte o zaman içini dışarıya çıkarabilmek için resim yapıyor. İçindeki tanımsızlık ve “ben kimim?” sorusu bir yüz olarak kendisi tarafından resmediliyor. Bu yüzün kime ait olduğunu uzun süre bilemiyor Sinclair. Beatrice diye çizdiği yüz, bir gün en büyük zihin koşullayıcısı olan Demian’a ait olduğunu gösteriyor. Sonra tüm koşullamalardan sıyrılıp resmettiği yüzün kendisine ait olduğunu fark ediyor. Bu tasvir ve an bir reflektörün kendi olma ayinidir.
“Yavaş yavaş içinde bir duygu belirdi: Ne Beatrice’nin ne de Demian’ındı bu yüz, benim kendi yüzümdü. Bana bir benzerliği yoktu, hem ne diye benzesin, diye düşündüm ama benim yaşamımı oluşturan şeydi bu, benim kendi içim, kendi yazgım ya da kendi şeytanımdı. Günün birinde yeniden edineceğim bir dost, bu görünümü taşıyacaktı. Olur da bir sevgiliye kavuşursam, böyle bir yüzü olacaktı. Yaşamın ve ölümüm buna benzeyecekti; bu, benim yazgımdaki ses, yazgımdaki ritimdi.”
Tüm koşullamalar merkezlerden sökülüp alındığında ortaya çıkan boşluk hem tatmin hem de tehdit edicidir. Sinclair bu yüzden uç değişimler yaşıyor. Yaşamının bir döneminde meyhanelerden çıkmayan ve kendini sözde karanlık tarafa teslim eden biriyken, başka bir dönemde kendi ilahlarını seçen ve ona tapınan inançlı birine dönüşüyor. Bu gelgitlerin içerisinde arayışı hiç bitmiyor.
“Olmazsa, Şeytan’ı da içinde barındıran bir tanrı yaratmak gerekir; öyle bir tanrı ki, dünyanın en doğal olayları karşısında insan gözlerini kaçırmasın kendisinden.”
Abraxas adlı Tanrıya bu denli bağlanmasının en büyük sebebi: İki dünyayı birleştirme arzusu. Çünkü tüm değerleri, tüm uçları, tüm zıtları birleştiren bir tanrıya ulaşabilirse kendisinin de bütünlenebileceğini düşünüyor.
Romanın merkezinde bir de Demian var. Tüm merkezleri tanımlı olan, muhtemelen enerjisi dört farklı yerden bölünmüş, o da tıpkı Sinclair gibi bütünlüğü arayan, içinde bağıran tüm sesleri ve güçleri kontrol etmeye çalışan bir kahraman. Birbirine iki dünya kadar uzak görünen bu iki insan tasarımı, eşsiz bir iletişim keşfediyor. Demian koşullarının farkında olan bir tasarım olarak; zihnindeki yapıyı, kalbindeki iradeyi ve boğaz merkezindeki tüm sesleri Sinclair’a aktarıyor. Sinclair onun yanındayken kim olduğunu bilmiyor ama olduğu kişiden hoşlanıyor. Çoğu zaman susarak, birbirlerini gözlemleyerek, yaşamın akışı içerisinde buluşarak net bir iletişim kurmayı başarıyorlar.
Bugünlerde yaşadığım bir iletişim kazası bu yüzden beni çok düşündürdü. Mesajlarak iletişim kurduğum bir yazar arkadaşıma, esprili bir şekilde bir şey sormak istedim fakat emoji kullanmadım. O, soruma bir espriye değil, normal bir soruya yanıt verir gibi ciddi bir şekilde cevap verdi. Daha doğrusu ben öyle algıladım. O da muhtemelen benim sorumu aynı illüzyonla algılamıştı. Bu enerjiyle devam eden konuşmamız tepkiselleşti. Aslında yalnızca emojiler yoktu. Noktalama işaretleri, noktanın bizzat kendisi ve mesaj zamanlamaları vardı ama gidişat tatsızdı. Konuşmanın gerçeği ve bizdeki zihin akışı birbirine uzaktı.
Kulağa nasıl geliyor?
Biraz garip duyuluyor değil mi?
Aslında ortada ne yanlış var ne de yanlış anlama. Yalnızca sözlü iletişimi görsel bir şekilde analiz etmeye çalışan bir zihin yapısı var. İşte bahsettiğim iki dünya bu. Bugünlerde biz kendimize ait olan somut bir dünya içerisinde soluk alıp verirken aynı zamanda kendi inşa ettiğimiz ikinci soyut dünyanın içerisinde de var olmaya çalışıyoruz. Bu iki dünyanın arasında sıkışmak gibi bir ihtimal yok, çünkü güncelde iki dünyanın kesişimi olan dar bir alanda yaşıyoruz. Kendimizi geniş dünyalarımızın sınırlarındaki bu dar alanda aramaya çıkıyoruz.
Somut olan dünyada; evimiz, ailemiz, ilişkilerimiz, işimiz, eğitimimiz, eşyalarımız, insanlarımız, sahip olduklarımızı ortaya koyduğumuz bir ben var. Soyut olan dünyada ise tüm bunları görsel bir şekilde dünyaya nasıl sunduğumuz.
Görsellik hangi tasarıma sahip olursak olalım tüm insanlığı koşuluyor. Görsellik bu denli baskın olduğu için çoğumuz kitap okumak yerine dizilere ve filmlere sarıyor. İşte bu yüzden mesajlaşırken bile gözler noktalama işaretlerine ve emojilerin ifade ettiklerine takılıp bir anlam haritası çıkarmaya çalışıyor. Dünyayı tadan ve evreni işiten yönümüz uykuda. Hesse, zıtlığı kavuşturan bir Tanrı hayal ediyor; istiyor ki iki dünya birleşebilecek kadar kabul görsün fakat bu karar dünyaların kendisine kalsın.
Bütünlük kararı… Hepimizin rüyası. Seçim şansınız olsaydı, iki dünyanın ayrılmasını ve kesişim kümesinin, sizi kendisine mahkum eden o dar alanın ortadan kalkmasını mı tercih ederdiniz? Yoksa iki dünyanın tümüyle iç içe geçmesini ve boyut kaybetmesini mi?
Seçim şansınız olsaydı, hangi dünyanızı seçerdiniz? Somut ve kinestetik olanı mı? Soyut ve görsel olanı mı?
Görmek, şüphesiz en büyüleyici temsil sistemi. Belki de iki dünyalı insanlık, kendine yeni temsil sistemleri icat etmeli… Anlamın İçindeki Görsel, Hikâyeci Görsel, Objektif Görsel, Gerçekçi Görsel, Derin Görsel… Sizin dünyanızın iletişim dili hangisi?
Hayata ve ruha katkı olsun.