Öykü Gazetesi 21. Sayı – “Kaza Eseri”
KAZA ESERİ
“Her sonuç rahminde bir doğum sancısı taşır.”
9 saniye 19 salise sonra bindiğim taksiye çarpacak olan kamyon, sola dönmesi gerektiğini son anda hatırladığında bunu düşünüyordum.
Bu cümleyi daha önce nerede duymuştum?
Oturduğum tarafın camı yüzüme patlarken hatırladım. Gitmek istediğim ama gidemediğim, olduğum yerde kalıp köklenemediğim bir zaman annem söylemişti. Sanki son üç yıldır yaşadığım tüm buhranı o olay başlatmıştı. O gün bir kere yenildiğimi hissetmiş ve o andan sonra durmadan yenilmiştim.
Bedenim arabanın diğer ucuna savrulurken zihnimde binlerce görüntü uçuşuyordu. Sanki biri bir başlat düğmesine basmış ve aklımda kendime ait sürrealist bir film başlatmıştı.
Kafamı arabanın tavanına sert bir biçimde çarptığımda kendime dair tüm denetimi kaybettim. Artık düşünce üretemiyor, o hiç susmayan iç sesimi dizginleyemiyordum. Cümleler kurulumu yapılmamış bir mobilya gibi iç içe ve paramparça duruyordu zihnimde. İçine düştüğüm uzay beni felç ediyordu.
Ölüyor muydum?.. Öldüğüme üzülüyor muydum?.. Hayır. Sadece… “Şimdi ben kim olarak öleceğim?”
Bu soru, koltukla kapı arasında sıkışmış oluşumdan daha çok yaktı canımı. Sahi kimdi bu taksinin arka koltuğunda ölmek üzere olan, posasını kaybetmiş preslenmiş bir meyve gibi soluk alıp duran?.. Burada doğmuş olan ama buraya ait olamayan mı? Yoksa memleketim dediği yerde köklenmeye çalışan ama başaramayan mı? Sormuştum anneme, daha ilkokulda: “Neden bana böyle bakıyorlar?”
İki sınıf büyüdüğümde tekrar sormuştum: “Neden kendimi böyle hissediyorum? Böyle uzak… Yabancı…”
Lisede bir daha sordum: “Hiç mi buraya ait olamayacağım?”
Üniversitede bir cevap sundum: “Ben hangi toprağın kökü olmak için doğdum, bilmiyorum.”
Herkesin yetişkin saydığı o döneme geldiğimde artık tek bir şey hissediyordum. Bu hissin çerçevesinde ne bir soru ne bir cevap ne de bir saptama bulunuyordu. Tek bir şey vardı: Acı. Özünü kaybetmiş bir varlığın arafı.
Kaburgalarımın arasında dalgalanan ılık bir his… Elimi karnıma çekmeye çalışıyorum… Nafile bir uğraş. Göğsüme bastıran koltuk kanamayı şu an için büyük ölçüde durduruyor. Bu koltuğu kaldırıp beni buradan çıkardıklarında şu an baskılanmış olarak bekleyen deniz çağlayacak. Kanım öyle hızlı ve öyle ihtiraslı akacak ki belki de o saniye vücudum şoka girip can verecek. Ne ilginç… Bizi korumaya çalışan şeylerin bizi daha hızlı öldürmesi. Belki de ilginç olan bizi koruyor gibi görünen o şeylerin bunu baskı uygulayarak yapması. Bu hep böyle değil miydi?.. Kararlarımız, duygularımız, psikolojimiz ve hatta annemiz, bize bunu yapmıyor muydu? Olacak olandan bizi korumaya çalışırken aldanıyordu. Zamanın çarkı olması gerekeni yaşatmak üzere işliyordu.
Misal bugün. Bilet almaya gidiyordum. Ülkemden çıkıp ülkeme gitmek için. Tam çıkacakken annem uğradı. Konuşmak istedi, kabul etmedim. Annem gelmeseydi ya da ben konuşmaya evet deseydim…
Şimdi yaşıyor olabilir miydim?
Birileri geldi. Çevremde binlerce panikli ses ve meraklı göz var. Belki on kişiler ama bana nüfuz eden his bin. Hep böyle olmadı mı? Annem, babam, kuzenlerim buraya ait olmayı başardılar ve ayrıksılığı kabullendiler. Onlar yaşadığımız bu yabancılığı on hissettilerse ben bin hissettim. Bu bin voltajlık enerji beni bir deprem gibi yıktı, enkaz altında bıraktı. Önce alışmaya çalıştım. Bunlar benim sokaklarım, bu evler benim gözümün anısı, bu parklar benim çocukluğum, soluduğum bu hava, alışkın olduğum bu refah, bu yağmur, bu özgürlük, bu sistem, bu düzen, BENİM! Sonra bu duygunun son kullanma tarihi geldi ve çekip gittim. Öylece. Köklerime. Bir başka memleketti vardığım. Coğrafyası, tadı, insanı, dokusu, havası, karmaşası güzeldi. En derinde bir kılcal damar, buranın da BENİM olduğunu söylüyordu. Bu defa bu BENİM’in sonunda ünlem yoktu. İnce bir sızı gibi BENİM’di burası. Hatta küçük harflerle, eğilip bükülerek benim’di.
Diğer kapıyı açmayı başardılar. Yüzüme amansız bir ışık vuruyor. Dudaklarımda cam kırıkları var. Derin bir nefes alıp üflemek istiyorum. Fakat nefesimin aşağı tarafta gidecek yeri yok. Kırıkları yutmamalıyım. Adamın biri “Buradan mı çeksek diğer taraf çökmüş.” diyor. Beni çektikleri an, öleceğim. Ne kadar kaldı?
Orada ne kadar kalabildim bilmiyorum. Dedem ve akrabalarla olmak beni bir süre oyaladıysa da gerçek bir soru vardı ortada. Herkesin sorduğu. Ne zaman döneceksin? Çünkü benim dönecek bir yerim, başka bir vatanda evim vardı. Tatil dedim, dur biraz daha kalayım dedim… Ne dediysem bu algıyı değiştiremedim. Gezdiğim şehirlerde bile herkes turist muamelesi yaptı bana. Yok ben turist değilim diyecek olsam korktum. Sorarlar adama sen buranın neyisin? Ben de bu toprakların bir evladıyım mı diyeceğim? Vatan-daş değilim ki ben bu insanlarla. Öyle miyim? Değil miyim? Öyle miyim?… İçimde kabaran bu araf beni yutmadan önce döndüm. Psikologlar ve ilaçlarla geçen sisli bir sürece başladım.
Muhtemelen kaburgalarımdan birkaçını kırmış olan koltuğu çekmeye başladılar. Baskı gittikçe araya bir şey girdi ve karnıma bastırmaya başladı. Canımın acısı midemi bulandırıyor. Rahimden çıkan bir bebek gibi dışarı çekiliyorum. Kanlı bir bebek. Hangi dünyaya doğacak?
Dünyaca eve kapandığımızda terapilerim de durakladı. Yabancı olduğum bir fanusun içinde daha da hapsolmuş gibi hissettim. Delirmenin eşiği burasıydı. Bana iyi gelebilecek hiçbir düşünce yoktu. “Bunu bana siz yaptınız! Neden yaptınız! Yazık değil mi bana!” diye bağırmak istiyordum. Muhatabım yoktu. İçimden cılız bir ses “Var…” dedi. “Her şeyin nerede başladığını biliyorsun…” Biliyordum. Onu kaybedince doğmuştu bu araf. “Ailem istemiyor.” demişti. Neden? “Çünkü sen…” Bu kadar. Ben, ben olduğum için istememişlerdi. Bu parçalanmış ayrıksıyı kabul etmemişlerdi. Hayatımın aşkına ve aydınlığa o gün veda ettim.
Çıktım. Müthiş bir curcuna. Etlerimin her zerresi sızlıyor. Kanlı bir ağrıya dönüştüm. Ekipler müdahale ediyor. Kulaklarımın zarında bir cümle asılı: “Kaybediyoruz!” Kimi kaybediyorlar? Beni mi? Çok geç. O çoktan beridir kayıp.
Üniversitede tanışmıştık. Suyumun içinde eriyen bir şeker gibi karışmıştı hayatıma. Onu tanıdıktan sonra şekerlenmişti her şey. Daha bir tatlıydı yaşamak. Tam iki yıl bir rüya geçti. Kendimi sonunda kaynamayı başarmış bir kemik gibi hissediyordum. İliklerime kadar bütündüm artık. O beni sevmişti ya yabancılık sönüp gitmişti. Bir Ağustos akşamı evlenme kararı aldık. Sonrası ne büyük mutluluk. Ailemle o kadar iyi anlaştılar ki içimde kuşlar havalandı. Ta ki onun ailesi beni/bizi/olduğum kişiyi/köklerimi reddedinceye kadar. Kurduğum dünya parçalandı. Kemik kırıldı. İlik yeniden yere döküldü. Sakat kaldım. Ruhsal olarak. Denediysem de bir daha hiç ayaklanamadım.
Sedyeye taşınırken ağırlığımı kaybetmiş gibi hissediyorum. Galiba… Gidiyorum. Göğe bakarken garip bir buluşma fark ediyorum. Sanki kapalı havanın perdeleri aralanıyor. Kısa bir an. Kuşlar giriyor o aralıktan. Güneş tenimizi yıkamaya başlıyor. Gülümsüyorum. Kırıklar dudaklarımı yırtıyor. Ziyan yok. Kuşların kanatlarını görüyorum. O denli yakınlar. Kanatlarında çiçek mi var onların? Çiçekli kanatlar beni serinletmeye çalışıyor. İki dünya birleşiyor. Nihayet. Ötekiliğin harladığı araf, buzunu da harını da yitiriyor. Yaşam ve ölüm aynı anda tüm hücrelerime nüfuz ediyor.